Bazen karanlık sis bulutları kaplar gözümüzü ve bu bizi alıkoyar görmekten önümüzü. Kaygılar tetiklenir böyle bir anda aniden, ama yenik düşmemek gerekir bu sanrısal yanılgıya. Çünkü zihnimizin bizim için kurguladığı o kötü planların büyük bir kısmı, çoğu zaman gerçekleşmez ama yine de biz, onlar gerçekleşecekmişçesine korkularımızı tetikler ve bunları kaygıya dönüştürürüz.
Bu korku ve kaygıların ruhumuzu sarmasına izin verirken, aslında bize bir hediye olarak bahşedilen belirsizliği bahane ederiz. Ancak toplumun bizlere dayatmış olduğu negatif tutum, daima bu belirsizliğin kötü taraflarını düşünmemize neden olur. Elbette kötüyü düşündükçe, bilinçaltımızın karanlık dehlizlerde yaşayan o sevimsiz canavarı beslemiş oluruz. Böylece zihnimiz, kaygıların hüküm sürdüğü bir döngüye girer. Bu çemberi kırmak, aslında insan yaşamının en kritik dönüm noktalarından biridir.
Modern dönemde korku ve kaygıların temel tetikleyicisi, hiç şüphe yok ki gelecekte ortaya çıkabilecek olasılıkların türlü kombinasyonlarını düşünmeye başlamamızdır. Ancak geçmişten günümüze çoğunlukla olumsuz bir kavram olarak algılanan belirsizlik, aslında insan ırkı için bahşedilmiş en büyük hazinelerden biridir. Bu belirsizliklerin bizi sükûnet yerine tedirginliğe sürüklemesi ise tamamen algısal bir durumdur. Algılarımızı şekillendiren en önemli unsur ise bakış açısıdır. Hayatın karşımıza çıkardığı tüm duygular, bize yaşattıkları hissiyatların yoğunluğu ölçüsünde bizi etkiler.
Bakış açısı, insanların bu hissiyatları nasıl yönlendirebildiği ile alakalı bir durumdur. Bu, zihnimizin doğuştan sahip olduğu bir beceri değildir şüphesiz. Zamanla bizi biz yapan değerler ile birlikte gelişir ve değişir. Yaşayamadığımız veya çevresel şartların etkisiyle dışa vuramadığımız tüm o yoğun duygular, edindiğimiz tecrübeler, zamanla bilinçaltımızda birikerek hayata bakışımızı şekillendirir. Bu, uzun yıllardır sürekli duyduğumuz bir klişeden ibarettir.
Aslında bu hiç de doğru olmayan bir söylem, çünkü hayata bakışımızı ruhumuzun derinliklerinde var olan tutkularımız belirler. Birçoğumuzun düşündüğünün aksine, tutkuların kaynağı kalp değil ruhtur. Kalp, sadece bu tutkuların hissedildiği ve sahneye çıktığı yerdir. Tıpkı Descartes’in dediği gibi, yıldızları gözlerimiz ile görürüz ama bu onların gözlerimizin içinde var olduğu anlamına gelmez; onların asıl ait oldukları yer gökyüzüdür. İnsanları diğer türdeşlerinden ayıran ve aslında her bir insanın şahsına münhasır olmasını sağlayan şey de tutkularıdır.
Tanrı, yarattığı her insanı, adeta bir halının üzerindeki farklı desenler gibi, eşsiz ve benzersiz bir şekilde yaratmıştır. Yaratıcı, yaratılan tüm insanların ruhlarına, onları eşsiz kılan ve diğer insanlardan daha farklı olmalarını sağlayacak çeşitli tutkuların tohumlarını eker. Ancak insanların pek çoğu kendini tanımak için oldukça az bir çaba gösterdiklerinden, ruhunun derinliklerinde var olan bu tohumları keşfedemez ve dolayısıyla tanrının bir hediyesi olarak bahşedilen tutkularını ortaya çıkaramazlar.
Böyle bir durumda, bakış açısı giderek daralır ve hayat denilen bu eşsiz macera, onlar için oldukça sıkıcı ve monoton bir rutin haline dönüşür. Bu, bir bakıma insanın kendisine, yeteneklerine ve tanrının ona bahşettiği hediyelere ihanet etmesinin bir başka yöntemidir. Özellikle modern toplumun evrildiği son noktada, insanları belli kalıplar içerisine hapsetmek ve toplumdan farklı düşünen herkesi ötekileştirmek bu kadar yaygın bir davranış haline gelmişken, insanoğlunun bu tuzağa düşmemesi sürpriz olurdu.
Peki bunu nasıl yaparız? Yani tutkularımızı nasıl keşfederiz? Sadece yaparken keyif aldığımız şeyler midir tutkularımız? Tabii ki hayır, çünkü keyif almak asla başlı başına bir kriter olamaz. Buradaki asıl kriterimiz heyecandır. Yani eğer bir şeyi ne sıklıkta yaparsak yapalım, sürekli aynı heyecanı hissediyorsak o şey büyük bir ihtimalle bizim tutkumuzdur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken unsur, bu heyecan duygusunun giderek azalmaması ve her seferinde aynı yoğunlukta, hatta bazen artan bir yoğunlukta hissedilmesidir.
Elbette, bizi heyecanlandıran bu şeyleri keşfedebilmek için ise kendimizi tanıma yolculuğuna girmemiz gerekir. Bu ise, sanılanın aksine, hiç de kolay bir iş değildir. Çünkü kendini tanımanın bir sonu yoktur ve bu yolda kendinize yönelik öğrendiğiniz şeyler her zaman sizi mutlu etmeyebilir. Belki de sahip olduğunuz tutkular, çok derin ve karanlık arzularınızdan doğacaktır ve belki de sizi gerçekten heyecanlandıran şey, son derece korkunç ve vahşetle doludur. Bundandır ki insanların birçoğu kendi güvenli alanlarından çıkmayı tercih etmezler, çünkü burada bahsedilen yolculuğun doğuracağı sonuçları öngörememek insanı kaygılandırır.
Yani daha önce bahsettiğimiz belirsizlik unsurunun olumsuz olarak algılanması, insanların kendisini tanıyabilmesinin, başka bir deyişle tutkularını keşfedilmesinin önündeki en büyük engeldir. William Blake bu durumla ilgili şöyle söyler: “Algının kapıları arındığında, insan her şeyi hakiki suretiyle görür; sınırsız ve sonsuz.” Burada bize anlatılmaya çalışılan temel unsur aslında, zihnimizin yaşadığımız çevre ve dış etkenlerin etkisi ve baskısıyla kirlenmesi neticesinde, dünyaya olan bakış açımızın sınırlanmasıdır.
Bu sınırlamalar aslında insanın tamamen kendi kendine koyduğu kısıtlamalardan ibarettir. Yani aslında insan, varlığın özündeki sonsuz ve sınırsız muazzamlığı kavrayabilmek adına, sahip olduğu algısal bakışı olabildiğince arındırmalıdır. Bunu başarabildiğimiz ölçüde, kendimizi ve yaşadığımız dünyayı daha iyi anlayabiliriz. Aslında, her şeyi daha iyi anlamak için tekrar yaradılışın özüne bir göz atmamız gerekir.
Tanrının insanoğlunu yaratırken nasıl bir fıtrat üzere yarattığı, binlerce yıldır din adamları, filozoflar ve birçok düşünür tarafından sıkça tartışılan bir konu olmuştur. Ancak bizim burada anlatmak istediğimiz noktayı daha rahat aydınlatabilmemiz için, Descartes ve J. J. Rousseau’nun görüşlerine bakmamız yeterli olacaktır. Ancak bu noktada, Descartes’in insanoğlunun yaradılışına dair sahip olduğu görüşün çok daha doğru bir perspektife sahip olduğunu söylememiz gerekir.
Temelde J. J. Rousseau, insanın dünyaya geldiği ilk andan itibaren tarafsız, bağımsız ve boş bir halde olduğunu savunur. Bu durumu anlatmak için ise “tabula rasa” isimli bir metafor kullanır. Bu, kısaca insan zihninin tıpkı boş bir levha gibi olduğunu ve zamanla yaşanılan deneyimler, çevresel etkiler, eğitim gibi dış etkenlerle bu levhanın üzerinin doldurulduğu ve insan zihninin böylece şekillendiğini anlatmaya çalışmaktadır. Yani bu denklemde, insanın yaradılış itibariyle bir tutkusal bağının var olmadığı ve bu tarz şeylerin tamamen sonradan, insan zihni ve yapısıyla birlikte şekillendiğini savunulur.
Descartes ise bunun neredeyse tam tersi olacak şekilde bir görüşe sahiptir. Ona göre her bir insanı diğerlerinden ayıran yegâne unsur, sahip olduğu tutkulardır ve bu tutkular, insanın sonradan şekillendirebileceği şeyler değildir. Yaradılış esnasında tanrı, her bir insanın ruhuna sadece ona özgü olan bazı tutkular gizlemiştir. Bu tutkular, insan yaşamının özünü oluşturan ve insanların hayatı yaşayış biçimini şekillendiren temel unsurlardır. Yani Rousseau’nun söylediğinin aksine, insanoğlu yaradılışı itibariyle, tıpkı sahip olduğu genetik kodlar gibi, birtakım ruhsal kodlar ile beraber doğar.
Descartes’in bu görüşünden anlaşılacağı üzere, aslında kendi hayatlarımız üzerinde var olan etkimiz tahmin ettiğimizden çok daha azdır. Bu noktada, insanoğlunun yaşamdan haz almasını sağlayacak en temel unsur ise kendisini tanıması ve bununla barışmasıdır. Çünkü var olduğunuz kişiyi değiştirmeye kalkmak, insanın kendine yapacağı en büyük kötülüktür. Buradaki değişimden kasıt, insanın kendine zarar veren şeyleri değiştirmesi değil, insanın kendisini var eden temel değerlerini, toplumda daha rahat kabul görmek adına değiştirmeye çalışmasıdır.
Tıpkı Jim Morrison’un dediği gibi: “İnsanlar, istedikleri gibi olmamızı beklediklerinde, bizi gerçekte olduğumuz kişiyi yok etmeye zorluyorlar. Öldürmek için ne de ince bir yöntem.” Buradan da anlaşılacağı üzere, aslında toplumsal baskılar ve çevresel aktörler, bizi diğerlerinden ayrı kılan ve insanoğlunu eşsiz yapan değerleri yok etmeye son derece heveslidirler. Çünkü kalıplar güvenlidir, kalıplar rahat kontrol edilebilir ve kalıplar farkındalığı öldürür.
Her ne kadar tarihin her döneminde, insanların kendilerini keşfederken karşı karşıya kaldıkları baskılar son derece yoğun olsa da bu baskılar hiçbir zaman modern dönemdeki kadar görünmez ve sinsice var olmamıştı. Hiç şüphesiz, bu baskının bir sonucu olarak günümüzde sıkça duyduğumuz “sosyal anksiyete” kavramı giderek ön plana çıkmaya başladı. Çünkü yaradılış fıtratının tam aksine, insanoğlu, toplumun onun hakkında ne hissettiğini ve neleri yargılayacağını, hiç olmadığı kadar yoğun bir şekilde düşünerek, bunu anksiyete krizlerine dönüştürdü.
Buna karşı alınabilecek en doğru önlem ise, insanoğlunun hayatını, yaradılışta kendisine bahşedilen tutkuları bulup onların üzerine gitmeye adamasıdır. Bu tutkuların ne olduğu, sanılanın aksine, hiç de önemli değildir. Çünkü ruhsal huzurumuzu sağlayacak ve dünyaya geliş amacımızı bize hatırlatarak, her bir insanın aslında nasıl bir eşsizlikte yaratıldığını bize hissettirecek muazzamlıkta bir farkındalık halidir bu. Tutkular, bazen en karanlık yanlarımızı besler, bazen ise aydınlıklar filizlendirir yüreğimizde.
İşte tam da bu noktada kusmak gerekir. Evet, tamamen kusmak; hiçbir filtre olmadan, hiçbir kaygı gütmeden ve hiç kimseden çekinmeden kusmak. Kendimizi tanıma yolunda keşfettiğimiz tutkularımızı içimizde besleyip büyüttükten sonra, onların meyve vermesine izin vermek gerekir. Aksiyon almak ve harekete geçmek… Eğer karanlık besliyorsa ruhumuzun derin tutkularını, kusmak gerekir tıpkı Shakespeare gibi en acı ve trajik tonlarda. Ya da kelebekler uçuyorsa ve aydınlığın güneşi kaplamışsa ruhumuzu, Ben Jonson gibi akıtmak gerekir yüreğimizde yatan o benzersiz tutkumuzu.
Kimileri yazarak kusar ruhundaki derin ateşi, bir başkası çizerek yapar bunu, diğerleri ise çalarak veya söyleyerek; kimileri de bambaşka şekilde dışa vurur bu amansız tutkularını, ancak bunu nasıl yaptığımızın hiçbir önemi yoktur. Asıl önemli olan, yaptığımız şeyi hiçbir kaygı gütmeden ve hiçbir filtreden geçirmeden özgürce kusabilmektir. Ne kadar filtresiz kusarsak ruhun bu derin fısıltılarını, o kadar iyi duyar bizi dinleyenlerin büyülü kulakları. Bıraksın artık belirsizliğin kaygıları yerini; ruhun bu amansız tutkularına.
Bay Valens’ın Tuhaf Hikayesi’nde denildiği gibi: “Tanrı’nın bize en büyük hediyelerinden biri de, mutlak güç ve mutlak kesinlikten uzak bir yaşamı bize bahşetmesiydi. Belirsizliğin vermiş olduğu huzursuzluk, mutlaklığın tedirginliğinden çok daha iyidir elbette. Aksi halde, inanç yerini salt bilgiye, tutku yerini kaygıya ve yaşam yerini basit bir plana bırakırdı.”
Son olarak kısaca şunları söyleyebiliriz: Belirsizlikler kaygıyı tetikler ve bu kaygıları defetmenin en kolay yolu, tutkularımıza sarılarak yüreğimizde oluşturduğumuz umudu yükseltmektir. Umut ise, kişinin hayal gücünden beslenerek var olur; iyi bir hayal gücü ise yalnızca yüce gönüllükle mümkün olur. O da ancak, cahilliğin ortadan kalkmasıyla oluşabilecek bir duygu durumudur. Yüce gönüllük üzerine tartışacağımız başka bir bölümde görüşmek dileğiyle.
Galiluminosa sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
